28 Aralık 2016 Çarşamba

Başlığa Yorgunluk;


İnsan bazen kendini o kadar tükenmiş hissediyor ki. Sendromdan ya da depresyondan falan değil. Gerçekten tükendiğini biliyor gibi. Tükenmeyi yaşıyor gibi.
Gündüz çok neşeyle, hevesle dağıttığı gülümsemeleri özlercesine yitiriyor gücünü kuvvetini.

Bir kıyafeti değiştirmek, bir bardak su içmek bile zor gelir oluyor.

Her şeyin bir izi vardır ya hayatımızda, o izlerin altında boğuluyor ruhu insanın.
Yazmak şöyle dursun; düşünmek bile emek ister oluyor, zor geliyor.

Umutmuş, hayalmiş... Bunları söylemiyorum bile!


Uyumak neden bu kadar seviliyor diye düşünüyorum da; sanırım yolu bu yorgunluğa şöyle de olsa bir kez uğramış her insan dinginliği uykuda arıyor gibi.
Uyurken kimseyi görmüyor, duymuyor olmak alıp götürüyor yükünü biraz. Yeni bir kapı, yeni bir kucaklayış gibi de.


Peki neden tükeniyoruz? Neden bu kadar yorgun ya da 'dayanamaz' oluyoruz/oluyor bu insanlar?

Kesin bir cevap vermek zor.
Yine de şunu söylemek gerek sanırım, bizi yine bizden olan bu çukura itiyor. Bizden gelen, bize yakın olan, bizi etkileyen, etkileyebilen.
Taşı delen bininci damla gibi değil, damlalara sabretmek zorunda kalan taş gibi.
Yani "Ne zaman bitecek?" diye beklerken bitmeyeceğini farketmek gibi.
Bitse de artık her şeyin farklı olacağı gibi.

Size "Şöyle yapın,"la başlayan cümleler kurmayacağım -itiraf etmem gerekirse kuramayacağım. Çünkü başınıza her seferinde daha sertmişçesine damlayan su tanelerini durdurana kadar hepimiz bu yorgunlukta boğula boğula yüzmeyi öğreneceğiz.

9 Eylül 2016 Cuma

#kendimenot;

İnsanlar sevildikçe çok daha iyi hissederler.
Ve sevildikçe daha çok severler.
O yüzden başkalarına sevgini gösterirken, söylerken cimri davranma. Onlara bunu hissettir!

Unutma, sevdikçe sevilir; sevildikçe güzelleşirsin. :)

30 Ağustos 2016 Salı

16 Ağustos 2016 Salı



yazmayı özledim.
yazdıkça dalmayı, derinlerde kalmayı, uçsuz bucaksız bir denize karşı çığlık atıyormuşum gibi hissetmeyi özledim.


sahi ben ne zaman vazgeçtim yazmaktan?

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Hayat Üzerine Düşümcemeler #1


Bugün uzun bir aranın sürenin ardından pazara gittiğimi farkettim. Tamam, belki pazara yolumun düştüğü (daha doğru bir ifadeyle; şöyle bir geçerken uğradığım) oluyordu. Ama bunu ne kadar "pazara gittim" diyerek tanımlayabilirim işte ondan pek emin değilim.

Çocukluğumdan beri insanları kırmaktan hep çekinmişimdir. Ne bileyim böyle yaptıkları işlerle, doğdukları yerlerle, bulundukları durumlarla onları hor görüyormuşum izlenimi vermekten hep korkmuşumdur.
Mesela bir yere gidince "ay yok beğenmedim" deyip çıkıp gidemem, gidemiyorum.
Tabi ki beğenmeyebilir, özgürce bunu söyleyip gidebilirim. Ama bazı durumlarda bunu söylemek, o insanları kırmakmış gibi geliyor bana. Çocuğu, eşi, eve götüreceği ekmeği falan düşünürken buluyırum kendimi. Bunun adına 'acımak' demiyorum. Ben kimim ki başka bir insana acıyayım? Haddim değil. Sanırım biraz bohemlik. Bilemiyorum.

Yine de böyle durumlarda hani şu 2 liralık fasulyeyi 1 liraya almaya çalışan adamın fotoğrafı var ya, o geliyor gözümün önüne.
Sırf bir markanın adını taşıdığı için yüzlerce lira ayakkabı, çanta, pantolon alırken; 50 kuruşu (belki de ona gerçekten ihtiyacı olan kişiye) vermekten çekinir hale geldiğimizi düşünüyor, muhtemelen bu durumdan içten içe utanç duyuyorum.

Demem o ki, herkesin birbirinden uzaklaştığı, insanların samimiyetinin sıfıra yaklaştığı şu modern (!) çağda her gittiğimizde aynı tezgahta olan ve aynı içtenlikle selam veren o teyzeyi kaybetmeyelim. Çünkü onun amacı bir şey satmaktan öte. Bence...

4 Ağustos 2016 Perşembe

kırılabilen bir kalp;


Bazen hayatta çok kötü anlar yaşarız. Kendimizi yalnız, çaresiz ve hatta işe yaramaz hissederiz. Çevremizde bize yardım etmeye çalışan, yanımızda olmaya gayret gösteren ve hatta bir “alo” desek dibimizde belirecek insanları göremeyiz. Ya da gözümüze inen mutsuzluk perdesiyle görmez oluruz.
Ama öyle bir zaman gelir ki,